Mezar taşının yanında, çimenlerin arasına tuhaf ve sıra dışı bir şey ilişmiş gibiydi: eski tarz, deri kaplı bir cüzdan. Kimsesiz, oraya gelişigüzel atılmış gibi duran o cüzdan, anlık bir merak ve garip bir huzurla Élise’yi durdurdu.
Titreyen ellerle cüzdanı aldı; çevrede kimse yoktu. Kart yoktu içinde, kimlik yoktu ama solmuş fotoğraflar vardı—onların yıllar içinde biriktirdiği mutluluk anlarının tanıkları: düğün kareleri, çocuklarla oyunlar, deniz kenarında mutlu günler… Ve sonra—son fotoğraf…
Elise’nin kalbi duracaktı neredeyse. Bu… bu fotoğrafı hiç görmemişti. Kocası Julien’le birlikte, bir yaz pikniğinde çekilmişti. Onlarca kez o günü hatırlamıştı ama bu kareyi asla görmemişti—ve şimdi mezar taşının hemen yanında, bilinmeyen bir cüzdanın içinde duruyordu. Nasıl olmuştu bu?
Titreyen nefesi, sararan bir not belirdi iç arka cebi açınca: “Bunu bulan kişiye… paylaştığımız aşkı hissetsin ve ileriye taşısın.” Dört kata katlanmış, sararmış bu kağıt, geçmişten gelen bir fısıltı gibiydi—zamanın ötesinden gelen bir mesaj.
O anda Élise düşmemek için kendini zor tuttu. Bu bir tesadüf değildi: bu, sevginin sınır tanımadığını, ölümün de o bağı koparamadığını gösteren dokunaklı bir işaretti. İçsel sessizliği, bir ışık dalgasıyla doldu.
İşte o an söyledi kendi kendine—yavaşça ayağa kalkarak:
“Artık yas içinde yaşamayacağım. Onun için, bizim için ve en çok da karnımdaki o minik can için yaşayacağım.”
Gözyaşları bu kez sıkıntı değil, şefkat doluydu. Élise, cüzdanı bulduğu yere, sevgiyle ve minnetle bıraktı. Sessizlikte yankılanan tek ses şuydu: geçmişin unutulan bir eşyası bazen sadece bir hatıra değildir; o, umut ve yaşam taşıyabilir.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..