Kayıt ofisine yaklaştıkça, davetlilerin yüzlerinde bir şaşkınlık ve fısıltı dolaşıyordu. Orada duruyordu: uzun, dantel işlemeli, figürünü vurgulayan bir elbise… Beyaz. Kulağına fısıldadığımda şakayla:
— “Biz kutluyoruz,” demişti sade bir gülümsemeyle.
Ondan sonra işler bir anda karmaşıklaştı. Aynı arabada, damadın yanına oturmakta ısrar etti. Sahiden de ben arka koltukta sıkışıp kaldım. Kayıt sırasında hemen yanı başımızdaydı—her fotoğrafta damadın omzuna uzanan eli, kameraya benimle birlikte daha yakın düşen yüzü göze çarpıyordu. Ve tam benliğiyle müdahale etti: duvağımı düzeltti, “Her şey yamuk,” deyip kendi bakış açısına göre ayarladı.
Resepsiyona geçtiğimizde ise karepeynir gibi her şeyi “düzenlemesi gereken” kişi haline gelmişti. Müziği ayarladı, garsonlara salatanın “tadı eksik” diyebildi, sürekli damada “oğlu kimin” hatırlatması yaparak durdu. Ve işte son pervasızlık: kalktı, kadeh kaldırdı ve seslendi:
— “Mutluluklar dilerim. Aslında oğlum başka birini seçsin isterdim… Ama böyle olacaksa olsun.”
Saha sessizliğe büründü. Gülümsemeye çalıştım ama için için kaynıyordum. Artık yeter dedim. Bu sirk burada bitecekti.
Elime kırmızı bir şarap kadehi aldım; barışı simüle ediyormuş gibi yaklaşarak kadeh tokuşturmak istedim. O an “kazara” kolunu sıyırdım…
Kadehin içindeki kırmızı sıvı, bembeyaz elbisesine sıçradı.
— “Ne sakarsınız!” dedi, telaşla lekeleri silerken.
— “Aynada temizler misiniz?” diyerek ilave ettim, “Havlular var.”
Kadını tuvalet kabinine yönlendirdim, anlatmış gibi.
O içerideyken sessizce kapıyı kilitledim.
Geri döndüğümde gülerek açıkladım misafirlere:
— “Annem evine gitti, kendini iyi hissetmedi. Rahatsız edilmeyi istemiş.”
Salon bir anda ışıldamaya başladı. Gözler güldü, müzik yeniden çaldı ve ben—nihayet bir gelin gibi olmanın gururuyla—erkendi ama içimde gerçek o anı yaşadım.
Pişman değilim—o günden sonra hayatın bize getireceklerini merakla bekliyorum.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..