
Hayatsız, cansız bir bedenin, ailesinin kederli kalplerine hapsolmuş umutsuzluğun ortasında, büyük kardeşinin kollarına konması, kelimelerle tarif edilemeyecek bir duygunun kapılarını aralar. O an, boş bir oda, her şeyin sessizce beklediği bir mekan haline gelir; yalnızca bir bebek ve büyük kardeşi vardır. Büyüğün gözleri, masum bir yaşamın henüz başlamadan sona erdiğini sezerken, kalbindeki büyük bir yükle baş başa kalır. Kollarındaki bu cansız varlık, ona kardeşlik duygusunun ne demek olduğunu, sevginin en saf ve en acı halini öğretir. Kardeşi, tam anlamıyla hayata veda etmiş olsa da, bir şeyin hüzünlü bir şekilde yeniden doğuşunu bekleyen bir ruh gibi oradadır. Birkaç saniye içinde, ağır bir sessizlik aniden paramparça olur; bir çığlık, boşluğu dolduran bir yankı gibi odayı sarar.

O çığlık, yalnızca bir ses değil, aynı zamanda kaybın, umudun ve yeniden başlamanın derin bir ifadesiydi. Hayatın acımasız yüzüyle yüz yüze gelen büyük kardeş, o an içinde bulunduğu karmaşanın gerçekliğini kavramaya çalıştı. Her kelime, her his, hayal edilen geleceğin bir parçası olarak aklında yankılanıyordu. O an, kaybetmenin ne demek olduğunu ve sevginin bile zamanla nasıl ağırlaştığını derinlemesine anlamasına sebep oldu. Kardeşin sessizliği, artık onun yüreğinde bir yankı olarak kalacak ve her çığlıkta yeniden canlanacaktı. Hayat, bazen acımasız ve çelişkili bir öğretmendi; ama bu travma, onun büyümesine ve olgunlaşmasına yardımcı olacaktı. Kayıp, belki de yeni bir başlangıcın habercisiydi. Belki de o çığlık, kaybedilenin ardındaki büyük sevginin ve yaşamın döngüsünün bir parçasıydı, sonsuz bir döngüde kaybolmuş. Hayat, beklenmedik ve derin bir şekilde devam ediyordu; kayıplar, hüzünler ve sevinçlerle dolu bir yolculuktu ve büyük kardeş, bu yolculuğun en önemli yolcusuydu.