Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak

Bilgi: Klavye yön tuşlarını kullanarak galeri resimleri arasında geçiş yapabilirsiniz.

Evden attılar beni.


Evden attılar beni.
Öyle bağır çağır olmadı… Sessizce, planlıca… Günlerdir düşündükleri belliymiş meğer. “Anne, sen artık kendine iyi bakamıyorsun,” dedi kızım. Oğlum sessizdi, sadece başını salladı. Sonra bir valize birkaç kıyafet koydular. Hani ben her bayram onların valizlerini hazırlardım ya… Bu kez onlar hazırladı benimkini.
Ve beni uğurladılar. Evden değil de, hayattan uğurlar gibi.
“Orada daha iyi bakarlar sana… Yalnız kalmazsın, arkadaşların olur,” dediler.
Sustum. Çünkü ağzımdan tek kelime çıksa ağlayacaktım.
Oğlum arabaya valizi yerleştirirken, kızım kapının önünde başını öne eğmiş bekliyordu.
Ben kapıya dönüp son kez baktım. Otuz beş yıl… O kapının eşiğinde ne dualar etmiştim. “Yuvamız eksilmesin,” diye.
Eksilmedi. Ama beni çıkardılar içinden.
Huzurevi… Temiz, düzenli, kurallı bir yerdi. Ama benim bildiğim “ev” gibi değildi.
Burada her şey saatliydi. Kahvaltı, öğle yemeği, ilaç saati…
Yetmiş sekiz yaşındaydım. Yine de “şunu yapma”, “burada oturma”, “oraya geçme” diyen sesler vardı etrafımda.
Bir sabah aynaya baktım. Göz altlarım daha da çökmüştü. Yüzüm yorgundu.
Ama asıl içim… O gün çok yorgundu.
Her gün pencere kenarına oturdum. Gözüm bahçe kapısında… Belki biri gelir diye.
Belki çocuklarımdan biri pişman olur da gelir, “Hadi anne, seni almaya geldik,” der diye.
Hafta geçti, ay geçti… Hiç kimse gelmedi.
Sadece ara sıra arayan görevli soruyordu, “Bir isteğin var mı teyze?”
Var, elbette var. Ama diyemiyorum ki “Evimi istiyorum.”
Kimin umurunda?
Bir sabah bahçeye çıktım. Hava serindi.
Çocuklarımın küçükken oynadığı parkları hatırladım. Neşeyle koşuştukları o günleri.
O an içimde bir şey kırıldı.
“Ben ne zaman bu kadar gereksiz oldum?” dedim.
Yıllarca her şeyleriyle ben ilgilenmişken, nasıl bu kadar kolay vazgeçtiler benden?
Yanıma Nurten Hanım oturdu. Benden birkaç yaş büyük.
“Çocukları bekliyorsun yine, değil mi?” dedi yumuşak bir sesle.
Başımı eğdim. “Belki gelirler,” dedim.
O sadece başımı okşadı. “Beklemek buranın kaderi,” dedi.
Öyleymiş meğer… Huzurevinde herkes birini bekliyormuş.
Kimi oğlunu, kimi torununu, kimi hayatının geri kalanını…
Bazen gece uyanıyorum. Uyandığımda gözüm hâlâ kapıya gidiyor.
O kapının bir gün açılacağına, tanıdık bir yüzün gireceğine dair umut…
Her sabah o umuda uyanıyorum.
Her akşam o umudun eksildiğini hissediyorum.
Evden atıldım, evet. Ama hâlâ içimde o evin kokusu var.
Bir gün biri gelir mi?
Bilmem…
Ama ben hâlâ bekliyorum.
Çünkü beklemek, unutulmadığına dair tek ihtimal.

Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..


error: Content is protected !!