Bir anlığına olduğu yerde donar. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlar, çünkü gözlerinin önünde duran şey… tarif edilemez bir yabancılığa sahiptir. Boyu bir insan kadar, ama uzuvları orantısızdır—kolları neredeyse dizlerine kadar uzanıyor, başı ise tuhaf biçimde eğik duruyor. Gözleri… ya da gözleri olduğunu sandığı parıltılar, karanlıkta sabit bir şekilde ona bakmaktadır.
Rüzgar kesilmiş gibidir. Ağaçların yaprakları bile çıt çıkarmadan durmaktadır. Birkaç adım daha atmak ister, ama ayakları yere mıhlanmış gibidir. Varlık hareket etmez; sadece bakar. Zaman kavramı yavaşlamış gibidir.
Sonra, birden… varlık başını hafifçe yana eğer. Bu basit hareket, insanî olmaktan çok uzaktır. Sanki hareket değil, bir taklit gibidir—bir insanın nasıl başını eğdiğini yalnızca izleyip anlamaya çalışmış biri gibi.
Bir içgüdü, ilkel ve derin bir yerden gelen bir korku, ona artık orada durmaması gerektiğini söyler.
Devam edeyim mi? Yoksa senin başka bir yönlendirme fikrin var mı?O an, sanki ormanın kendisi nefesini tutmuş gibiydi. Ay, ağaçların arasından silik bir ışıkla toprağa vururken, varlık hâlâ kıpırdamadan duruyordu. Zaman yavaş akıyor, gecenin serinliği kemiklerine kadar işliyordu. Kalbinin ritmi kulaklarında yankılanıyordu; her atış bir çan sesi gibi, onu bulunduğu yerden koparıp kaçmaya zorlayan bir işaret.
Ama bir şey vardı… sadece korku değildi hissettiği. Merak. Bu yaratığın ne olduğunu bilmeye dair dayanılmaz bir istek. Her mantıklı düşünce, geri dön, uzaklaş diyordu. Ama ayakları adım atmaya başlamıştı bile, sessizce, yavaşça.
Patikadan çıkıp ağaçların arasına doğru ilerledi. Toprak yumuşaktı, yapraklar nemliydi ve ayaklarının altında ezildikçe hafif bir çıtırtı çıkarıyorlardı. Varlık, hâlâ hareket etmiyordu. Ta ki, bir adım daha attığında… gözleri bir anda söndü.
Hayır, göz değil. Işık gibi bir şeydi o. Sönmemişti—yer değiştirmişti.
Birden, karanlığın içinde başka bir ışık parladı. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha.
Varlığın yalnız olmadığını anladı.
Karanlık, onun daha önce fark etmediği şekilde kıpırdanıyordu. Ağaçların arasında, taşların ardında, sisin içinde başka silüetler belirmeye başlamıştı. Her biri aynı biçimsiz insan suretinde, ama her biri daha da garip… daha da yabancıydı.
Bir uğultu yükselmeye başladı. İlk başta rüzgar sanmıştı, ama değildi. Bu ses… bir tür fısıltıydı. Anlamadığı, kelimeye benzemeyen, ama anlamı varmış gibi hissettiren bir dilde konuşuluyordu. Sanki doğrudan zihnine işliyordu.
Geri çekilmek istedi ama bacakları ağırlaştı. Toprak ayaklarını tutuyor gibiydi. Nefes almak zorlaşıyor, havadaki nem yoğunlaşıyor, göğsüne baskı yapıyordu.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..