Kapı aniden açıldı. Gelen, beklenmedik ve hırslı bir gölge gibiydi—kaynanam. Ne gülüş ne tebrik… Sadece soğuk bir duruş, ince bir çizgi gibi odanın boğucu havasını delmişti.
Söylediği ilk kelime, bir tokat gibi indi: “Bunu biliyordum! Bu çocuk, benim oğlumun olamaz!” Kalbim sıkıştı. Başta karşı durmaya çalıştım:
— Ne demek bu? Ona bakın, burun bile tıpatıp onun babasına ait…
Söyler söylemez, o alaycı bir kahkaha attı:
— Burun mu? Açıkçası başka birinin de aynı buruna sahip olması mümkün. Sen yalancı ve iğrenç bir kadınsın! Ailemizi yok ettin, oğlumun hayatını çaldın!
Titreyerek bebeğimi daha sıkı tuttum. Fakat sözleri yeterli gelmedi; sinirleri tuz gibi acıttı:
— Kendini anne zannediyorsun belki… Kirli, saçıbışık, göz altlarında torbalar… Ve o— işte, o “mirası olmayan çocuk”— senin gibi sahtekâr bir ruh taşıyacak!
Bir annenin hassas yüreğinde taşları eriten cümlelerdi bunlar. Bebeğim, ona göre zaten “etrafta büyüyecek bir sahtekar”dı. İçimde bir şey kırıldı. Ve o an, hiçbir pişmanlık duymadığım bir karar aldım.
Nefesimin titremediği bir sesle hemşire çağırdım:
— Bu kadını odadan çıkarmalarını istiyorum. Ve bir daha içeri girmesin.
Kapı kapandığında, odamda yalnızlık değil; özgürlük sesi yükseldi. Hemen eşimi aradım ve her şeyi anlattım. Karar netti: bu kadın, asla çocuğumun hayatında olmayacaktı.
Bugün bir yıl geçti. Kızıma her gün sevgi vermekle meşgulüm. O “büyük anne” ise affedilmek, hatta torununu görmek için yalvarıyor—ama ben umursamıyorum. Onun incinen kalbinden çok, benim kızımın ruhu ve huzuru önemli.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..